|
Başbakanımızın söylediği gibi “dindar bir gençlik” mi istiyorsunuz yaksa hayalinizde başka tür bir gençlik mi var?
Her ne kadar kamuoyu yoklamaları halkın çoğunluğunun dindar bir gençlik istediğini gösterdiyse de hatırı sayılır sayıda insan, özellikle eğitimli kesim aynı fikirde değil.
Bana sorulsaydı “Eğitimli / ahlaklı bir gençlik istiyorum” diye cevap verirdim. Eğitim ve ahlak kelimelerini ayrı yazdım, hepimiz biliyoruz ki eğitimli bir insan ahlaklı olmayabilir veya tam tersi ahlaklı biri eğitimli olmayabilir.
Hangi din olduğu fark etmez, dindar insanlar içinde ahlaklı, yaşadığı dönemde topluma örnek olmuş kişiler çok olmuştur. Efsane haline gelen bu örnek insanlar (evliyalar, azizler) hepimizde ahlak ve din sanki birbirinin tam karşılığıymış, biri olmazsa diğeri de olmazmış algısı oluşturmuştur.
Dindar olmadan ahlaklı olabilir miyiz?
Bu soruya doğru cevap vermek için önce “Ahlak nedir?” sorusunu cevaplamamız gerekir.
“Ahlak, yaşanılan dönemin kuralları bağlamında toplumun geneli tarafından doğru kabul edilen düşünce ve davranışlardır” dersek yanlış olmaz sanırım.
Ahlak insanlara has bir özellik değildir
Aksini söyleyenler olsa da ahlak insanlara has bir özellik değildir. Bir belgeselde kendine ait olmayan bir yavruyu vahşi hayvanların saldırısından korumak için hayatını tehlikeye atan bir bizon görmüştüm. Başka örneklerde verebiliriz; adına ister özgecilik deyin ister ahlak, yunuslar ve balinalar yaralanan arkadaşlarını suyun yüzüne iterek oksijene ulaşmasını sağlarlar. Şempanzeler yiyeceklerini arkadaşlarıyla paylaşır, bencil davrananlara karşı tavır alırlar.
Evrimsel süreçte ahlak
Günümüz ahlak kurallarının nasıl oluştuğunu anlamak için biraz geriye, 100.000 yıl önceye gidip Homo Sapiens ve Neanderthallerde ahlak kurallarının nasıl ortaya çıktığını tahmin etmeye çalışalım.
Tarihin bu döneminde insanların küçük aileler halinde yaşadığını biliyoruz. Taş devri insanlarının tek amacı hayatta kalmak ve soylarını devam ettirmekti. Bunun için karınlarını doyurmaları, tehlikelerden korunmaları, üremeleri ve erişkin bir yaşa gelene kadar çocuklarını yırtıcılardan ve düşmanlardan korumaları gerekiyordu. Tüm canlılar gibi bizim de en büyük amacımız genlerimizi (DNA’larımızı) sonraki nesillere geçirmek olduğu için % 50 kopyamız olan çocuklarımızı sevdik, canımız pahasına tehlikelerden koruduk. “Özgecilik” dediğimiz “kendinden fedakârlık yaparak çocukları (ve yakın akrabaları) kollama” memeli döneminden miras olarak bize geçti ve ahlakın temel kurallarından biri oldu.
En eski ahlak kurallarından biri olan “ensest-aile içi cinsel ilişkiden kaçınma” aynı çocuk ve akraba sevgisi gibi bize memeli akrabalarımızdan kalan bir ahlak kuralıdır. Homo Sapiens döneminden çok önce aile içi birleşmelerin ölü ve sakat çocuklara neden olduğunu fark eden memeliler aile içi ilişkilerden uzak durdular. Yalnız insanlarda değil şempanzelerde ve pek çok memeli hayvan türünde de ensest ilişki bir tabudur.
Yaklaşık 50 bin yıl önce on-yüz kişinin birlikte olduğu kabileler halinde yaşamaya başladık. Bu küçük toplulukların en önemli özelliği (bir yerde avantajı) sınırları belli bir alan içinde yaşayan canlıların birbirini yakından tanımasıydı. Atalarımız pek çok memeli hayvanın yaptığı gibi (örneğin kurtlar, ayılar, aslanlar) sahiplendikleri yaşam alanlarını hayatları pahasına korudular, bu arada gücünü birleştiren kalabalık grubun beslenme alanını korumakta daha başarılı olduğunu fark ettiler.
Ünlü bilim tarihçisi Michael Shermer, ahlak kurallarının oluşumu açısından küçük topluluktan büyük topluluğa geçişte sihirli sayının “150” olduğunu söylüyor. Bu miktarda kişiyi hafızamızda ayrıntılı olarak tutabiliyoruz, sayı artınca bağlantılar zayıflıyor, belki de bu yüzden doğada serbest olarak yaşayan topluluklarda sayı artınca bölünüp yeni gruplar oluşturdular.
Akraba özgeciliğinin bu dönemde temel bir ahlak kuralı olarak yerleştiği tahmin ediliyor. Başka sülalelere karşı kendi akrabalarımızı (kendi genlerimizi) kolladık. Gene muhtemelen bu dönemde yaşlılarımıza elimizden geldiğince iyi davrandık, ölülerimizi gömmeye başladık. “Beden” ve “ruh” kavramlarını da bu dönemde oluşturduğumuz düşünülüyor. Bedeni toprağa gömüp çürümeye terk ederken ruhun gökyüzüne uçtuğu fikrini benimseyerek hem sevdiklerimizden ayrılmanın acısını hafiflettik hem de artık farkına varmaya başladığımız “ölüm korkusundan” kurtulmaya çalıştık.
20 bin yıl önce yaşayan toplulukların “din” olarak nitelenebilecek belirli bir inanç sistemleri ve kutsal kitapları olmadığı tahmin ediliyor. İzah edemedikleri olağanüstü olayları açıklama adına kullandıkları “iyi ruh/mavi gökyüzü” veya “kötü ruh/şeytan/karanlık/yer altı” gibi kavramları vardı. Aile içi, komşuluk ve beslenme ilişkilerini evrimsel süreçte kazandıkları ahlak yapısı / töreyle sürdürüyorlardı. Örneğin avdan dönen erkekler etin tüm kabile üyelerine eşit bir şekilde dağıtılmasına, keza civarda çeşitli meyve tohum vs. toplayan kadınlarda yiyeceklerin üyelere adil dağıtılmasına özen gösteriyorlardı. Güçlü avcı, yakaladığı avı dağıtırken gelecekte kendisinin avlanamayacağı bir günde diğer avcıların kendine ve ailesine aynı özeni göstereceğini hesaplıyordu.
10 bin yıl önce tarımın başlamasıyla birlikte kabileler on binlerce kişinin bir araya geldiği şeflikler/birlikler haline geldi.
Güçlerini birleştirerek büyük gruplar halinde yaşayan kabileler küçük kabilelere üstünlük sağlayarak beslenme alanlarını genişlettiler. Kalabalık toplulukların içinde yaşama zorunluluğu yeni ahlak kurallarının doğmasına neden oldu.
Küçük bir toplulukta yaşıyorsanız muhatabınıza iyi davranmanız menfaatiniz icabıdır. Kötü davranırsanız bir gün aynı duruma düştüğünüzde benzer bir karşılık alacağınızı bilirsiniz. Peki, büyük bir şehirde veya büyük bir ülkede yaşıyorsanız? Hayatınız boyunca bir daha görmeyeceğiniz birine neden iyi davranasınız ki?
Cevap: iyi davranmalısınız çünkü iyilik ya da kötülük, ne yaparsanız yapın Tanrı’dan gizleyemezsiniz. Kötülük yaparsanız tanrı bu dünyada veya öbür dünyada cezanızı verir, iyilik yaparsanız da mutlaka karşılığını alırsınız.
Tüm dinlerin temelindeki en büyük düstur işte böyle doğdu.
“Muhatabın kim olursa olsun kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” veya bir başka şekliyle “kendine yapılmasını istediğin şeyi sen de başkasına yap.”
Felsefecilerin “altın kural” adını verdiği bu ilke kutsal kitaplara alındı veya peygamberin öğüdü (hadis) olarak benimsendi.
3.000 YIL ÖNCE:
İsraillilerin kutsal kitabı, “Öç almayacaksın” diye emir verdi. “Halkından birine kin beslemeyeceksin. Komşunu kendin gibi seveceksin.” Levililer 19:18,
2.500 YIL ÖNCE:
Konfüçyüs, “Başkalarının sana yapmalarını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma” dedi. Ortayol Doktrini, 13,
1.900 YIL ÖNCE
İsa Peygamber aynı düsturu benzer şekilde ifade etti: “İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın . Çünkü Kutsal Yasa’nın ve peygamberlerin söylediği budur.” İncil/Matta 7:12
Ve 1.400 YIL ÖNCE
Hz. Muhammed “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma” dedi. Hadis-i Şerif Buhari, İman, 13
Şehirlerde birlikte yaşayan nüfusun artması ve tarım üretimi insanların belirli meslek gruplarında ihtisaslaşmasının yolunu açtı. Bir grup insan tahıl üretirken diğer bir grup insan barınak yapmakta, giysi dikmekte uzmanlaştı. Düşmanların varlığı organize askeri güçleri oluşturdu. Herkesin başındaki ulu – büyük imparatorun, kralın veya firavunun çok güçlü biri olması gerekiyordu. Yetkisini gökyüzünden, bilinmeyen ilahi varlıklardan alan insanüstü imparator çözüm oldu. İnsanların tanrıyla bağlantısı olan kutsal kişileri hatırlayacağı, göreceği, inançlarını tekrar edeceği yerlere ihtiyaç olduğu için tapınaklar yapıldı ve ezberlerin tekrar edildiği ritüeller ve nihayet “din kavramı” ortaya çıktı. Son on bin yılda insanlar yaklaşık on bin farklı din ve bine yakın tanrı yarattılar ki saymakla bitiremeyiz: Yahve, Amon Ra, Aphrodite, Apollo, Baal, Brahma, Ganeşra, İsis, Mitra, Osiris, Şiva, Thor, Vişnu, Wotan, Zeus…
Sorun nerede?
Dinler, olumlu mesajlarını sadece “kendi inananlarına” verirler.
Dindar bir gençlik hedefi ilk bakışta toplumu olumlu yönde değiştirecek bir adımmış gibi görülür. Neticede amaç, itaatkâr, anne babasına saygılı, çalışkan bir gençlik, dürüst bir toplum yaratmaktır. Peki, farklı dinlere inananları, hiç inanmayanları, ateist, deist ve agnostikleri ne yapacağız? Dindarların, inanmayanları veya aynı dinden olsa bile düşüncesi (mezhebi) farklı olanları ayrı bir gurup olarak (büyük ihtimalle düşman olarak) algılaması kaçınılmazdır. Tarih bu peşin kabulün acı örnekleriyle doludur. Geçmişe bakmaya da gerek yok, güneydoğu sınır komşularımızda ve Afganistan’da süregelen savaşlarına bakmanız yeterli. Suriye’de aynı dinden insanlar sırf mezhepleri farklı diye çıkar gruplarının oyuncağı oluyor, birbirlerini öldürüyorlar. Irak’ta gene mezhep ayrılığı yüzünden her gün onlarca kişi patlayan bombalarla hayatını kaybediyor.
Bugün ülkemizde barış varsa bunun nedeni son elli yılda toplumun geniş kesimlerince kabul edilen ve benimsenen laiklik anlayışıdır. Dindar bir gençlik yetiştirmeyi hedeflemek (tabii bir yolunu bulup tüp toplumu Sünni-hanefi yapmayacaksanız) mezhep ayrılıklarının belirginleşmesine, geçen yıllar içinde unutulmaya yüz tutmuş farklılıkların tekrar ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Evrimsel süreçte, (A) dinine sahip olan topluluğun, inanmayanlara veya (B) dinine sahip olan topluluğa karşı üstünlük sağlaması için grup içinde dostluğun ve birlikteliğin grup dışına karşıysa düşmanlığı hâkim olması gerekliydi. Üç büyük dinin ortak özelliği karşı tarafta olanlara –ötekine- karşı müsamahasız olmasıdır. İncil ve diğer kutsal kitaplardaki “komşunu sev” mesajında “komşu” kelimesi “aynı dine inanan kişiyi” işaret eder. Eski Ahit’de bu paradoksu açık olarak görmek mümkündür. Musa insanların komşularıyla ilişkilerinden bahsederken (Levililer 19:18) “Öç almayacaksın, halkından birilerine kin beslemeyeceksin. Komşunu kendin gibi seveceksin” der birkaç sayfa sonra “bir düşman kentini kuşatmalarını, hayvanlarını çalmalarını, teslim olan sakinlerini köle etmelerini ve teslim olmayan erkekleri öldürüp kadınlarına tecavüz etmelerini emrederek şöyle der (Yasanın Tekrarı 20:10-18): “Tanrınız RAB’bın miras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız.”
Tüm dinlerin, mezheplerin ve milletlerin iç içe girdiği, inanan, inanmayan her görüşten insanın bir arada yaşamak zorunda kaldığı günümüz dünyasında gençliğin dindarlaştırılması ilk bakışta daha ahlaklı bir topluma ulaşma yolunda atılmış olumlu bir adımmış gibi görülürse de uzun vadede ayrılıkları ve bölünmeleri körükleyecektir. Bir asır sonra aynı şeyleri tartışıyor olmamız çok acı ama çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmanın yolu dindar değil, yüzü batıya dönük, bilimin yolundan ayrılmayan çalışkan bir gençlik yetiştirmektir.
Yorumlar
|
Copyright © 2006 - 2024 DoktorMurat.Net, Yasal Uyarı ve Gizlilik, Site Haritasi
Dr.Murat KINIKOĞLU Sağlıklı Yaşam Rehberiniz
İntermed Sağlık Merkezi Teşvikiye cad. No: 63 Nişantaşı Şişli/İstanbul Tel: 0212 225 06 60 - Faks: 0212 2250895 |